Harlem
Harlem The Black Gettho yazarı Kenneth Clark‘ın demesiyle burası –bu kilise, meyhane ve zenci yuvası– siyasal, kültürel, özellikle de ekonomik bir sömürge. Karalar içinse özel bir öneme sahip Harlem. Kara kültürün kendisini var etme savaşımında doldurulamaz bir yeri var. Öyküsü I. Dünya Savaşı sonrasında Kara halkın beyazlarla eşit haklar edinme, seslerini duyurabilme çabalarının kendilerini 1917’de Harlem Renaissance‘da açığa vurmalarıyla başlar. Geleceğin sömürgesi Siyah entelektüel yaşamın da merkezidir artık. Zaman akar. Parıltılı günler geride kalmıştır. Kirişleri çökmüş bu yapının Kara sanatın, Kara kültürün yozlaştırılmasına karşı durabilecek bir kültürel birikime sahip olmasıysa yegane mirasıdır.
Fransız şair Stéphane Mallarmé, dönemin Fransız şiirinin içinde bulunduğu durumu ele aldığı La Musique et les lettres başlıklı bir ders vermek üzere 1894’te Oxford’a gittiğinde, yarı şaka yarı ciddi bir sansasyonel edayla şöyle bir açıklamada bulundu:
“Size bir haberim var. Hiç duymadığınız kadar şaşırtıcı bir haber. Böyle bir şey daha önce asla olmadı. Şiirin kurallarıyla oynadılar…
“Kendimi fotoğraf sanatçısı olarak görmüyorum. Daha çok, fotoğrafın kültürde oynadığı rolle ilgileniyorum… Ama asıl ilgimi çeken, aracın kendisi değil, bir problem.” Bu sözler, yetmişlerin sonlarında ve seksenlerin başlarında, Cindy Sherman, Barbara ▲ Kruger, Sherrie Levine ve Louise Lawler ile birlikte, beklenmedik bir şekilde yıldızı parlayan bir avuç genç fotoğraf sanatçısının sözcülüğünü üstlenen, 1947 doğumlu Sarah Charlesworth’a ait.
Aralarında, ayrıca, Richard Prince (d. 1949), James Welling (d. 1951), James Casebere (d. 1953) ve Laurie Simmons (d. 1949) gibi sanatçılar da yer alıyordu. Bazıları, öğrencilerini ● Kavramsal sanat ve kurumsal eleştiri türünden stratejilere yönlendiren John Baldesarri, Douglas Huebler ve Michael Asher gibi hocaların ders verdiği California Institute of the Arts (CalArts) ve benzeri öncü okullardan yeni mezun olmuştu.
Ama hepsinin ortak yönü, çalışmalarına dönemin yeni gelişmelerinin damga vurmuş olmasıydı: Örneğin, feminizme dair kuramsal bilginin artması –bu, görsel temsilde cinsel farklılık meselesini iyice ön plana çıkarmıştı– ve iletişim araçlarının geçirdiği niteliksel dönüşüm –bu da, imajın üretim, dağıtım ve alımlanma bağlamını tamamen değiştirmişti.
Bazı selefleri, hâlâ “Jackson Pollock’un mirasını” nasıl paylaşacakları derdindeyken, bu yeni yetme sanatçıların bir kısmı da, kendilerine örnek aldıkları, anlaşılması güç ■ Andy Warhol’u çözmeye çalışıyordu; Warhol açığa çıkardığı çarpıcı bir imaj-dünyasıyla birtakım dolaplar çeviriyor gibiydi adeta.